9 Temmuz 2010 Cuma

vicdan azabı

Hani böyle birini kırarsınız, üzersiniz hatta ve hatta bence en kötüsü; ağlamasına sebep olursunuz ya. İşten ondan sonraki vicdan azabını ben hiç sevmiyorum. Tabi ki kimse sevmez de, bu duyguyu yaşamayayım diye sanırım gerçek düşüncelerimi her zaman her yerde söyleyemiyorum. Karşıdakinin de dediği olsun diye çok alttan aldığım oluyor.

Ama bazen...
Ki son zamanlarda epeyce oluyor bu bana. Zehirini kusması lazım insanın. Ne hissediyorsa, ne düşünüyorsa, kafasında ne varsa... Hatta abartarak dillendirmesi gerekiyor. İnsanları kırıp üzmesi gerekiyor. Hele ki kendisine ne kadar değer verildiğini anlamak istiyorsa...

Hiç durmadan tartışma yeteneğimi fark ettiğimde çok büyük değildim. Zaten halihazırda da çok büyük değilim de, o zamanlar baya böyle okulda münazara yarışması yapan yaştaydık.  Konu basitti: 'inanç mı para mı'. Her isteyen katılabiliyordu ama, kimse cesaret edemiyordu. Ben ilk gönüllü olan oldum, yanıma da 7-8 kişi buldum. Herkes istediği şeyi seçecek, 3 gün sonra dökumanlarımızla gelip tartışacağız. 4erden ayrıldı diğerleri, bir tek ben kaldım. Hocaya beni istediği kısma kendisinin koymasını söyledim, hoca ikna olmayınca kıra çektik, para çıktı. Aslında inanç konusunda daha çok şey söyleyebilirdim ama para da olsa önemli değildi. Bu tür tartışmalarda kazananın doktrin değil hitabet sanatı olduğunu düşünenlerdenimdir. O yüzden işe hemen başladım.  3gün içinde muazzam bilgiler, ilginç hikayeler ve karşı tarafın tek bir cümle edemediği tezlerimle yarışmayı kazanmıştım. Artık kimse karşı tarafımda olmak istemiyordu, böylece bir daha yarışma yapacak insan bulamadık.

Günümüze geliyorum. İnsanları kırıyorum. Kötü şeyler söylüyorum. Çünkü hepsi olmasa bile bir kısmı bana hak verip değişmeye çabalıyor. Kimisi kırılıyor, inciniyor... Arkadaşlıktan çıkaran bile oluyor.

Vicdan azabı duyuyorum. Orta yolu bulamıyorum aslında. Ben kimseyi kırmak istemiyorum

10 Haziran 2010 Perşembe

Yazmalı

Yazmalı insan. Kafasında kurduğu şeyleri kağıda falan dökmeli. Ne biliyim, ben yazıncaüstümdeki yükleri atmışım gibi filan hissedip mutlu oluyorum. Sanki uzun yıllar roman yazmışım da yazmayınca bir hoş oluyormuşum gibi oldu biraz ama, nasıl anlamak istiyorsanız özgürsünüz, ben mutlu olacaksam sizin ne düşündüğünüz çok da umrumda olmaz açıkçası...
...
Yazmak istedim. Hatta ergenliğimin getirdiği aptal duygusal iniş çıkışları dökmek  istedim kağıtlara. Ne kağıdı lan, bilgisayar ekranı burası. Ama olsun, ben kağıda yazarmış gibi yapacağım. Sanki bir el yazmasıymış gibi okuyun siz de.

Yazma isteğim gitgide çoğalıyordu, ama konu bulamıyordum. Aklıma Cüneyt ARKIN'dan başka hiçbir şey gelmiyordu. Allah'ım neden Cüneyt ARKIN? Bütün filmlerini 134 kez izlememin ya da bir dönem ona ölümüne aşık olmamın bununla bir alakası var mı bilmiyorum. Ama gelmiyor işte, başka bir şey gelmiyor. Ben de isterdim sonu olan masallardan bahsetmek, gözyaşlarının insanın ruhunun kanları olduğunu betimlemek, insanların nasıl da menfaatçi olduğunu anlatmak... Ama olmuyor işte, yapamıyorum ulan.

Cüneyt ARKIN nasıl bir insandır arkadaş? Nasıl bu kadar etkilemiş bizi yahu? Tek kılıç darbesiyle yere serdiği 38 adamı ağzımızdan salyalar akarak izlemişiz resmen. Aynı andan attığı 3 oku 3 farklı adama atması, ne hikmetse adamların tam da kalplerinden vurulması ve anında yığılması hiç saçma gelmemiş yani. 3 ok, 3 farklı tarafa nasıl gidiyor, hala zerre çözebilmiş değilim. Hadi momentum kumentum bilmiyorduk da o zaman, hiç mi bir şey anlamaz lan insan. Kendimi hiç affetmeyeceğim. Onu bunu bırak, oğluyla dövüşürken oğlunun kolunun taş olmasına ne demeli? Ulan sosyal mesajın, 'Babaya el kalkmaz' sözünün bu kadar mı ekmeği yenir? Nasıl bir film ekibiniz arkadaş? 'Hocu böyle anten kunten bi' film yapalım, herkes de izlesin, televizyonda da 324324 kere yayınlansın, her seferinde kanalı değiştiremeyip yine izlesinler.' diye mi düşündünüz ipneler? Allah belanızı versin.

Niye böyle oldu lan? Niye böyle şeylere takmaya başladım ben? Cüneyt ARKIN, müsebbibi sensin. Yüzüme bak! Duyuyo musun beni. Sana söylüyorum be adam!

22 Mart 2010 Pazartesi

Sesini Yükselt

Bir kuş uçtu yanımdan çok uzaklara. Gitmeden konuş benimle dedi, konuşamadım. Sıkıldı gitti sonra. Gitme de diyemedim. Denilmez zaten. Gidene dur denilmez. Ama bir kuşu bile tutamadım ya yanımda, kendimden utanıyorum artık. Sesim çıkmıyor resmen bazen, emir kipinde, istek dilek kipinde cümle kuramıyorum. Başkalarına ne yapması gerektiğini asla söyleyemiyorum.

Bir söz söyle demişti ananem vakti zamanında, iyi kötü, bir şeyler söyle. Yanlış olsa bile en azından dikkate alınırsın. Namını yükselt, ismini yükselt, sesini yükselt...

Yükseltemedim. Sesim gitti. Hırlayarak konuşuyorum artık. Ne ismim var yukarılarda, ne namım. Sesim de yükselmedi. Üzgünüm anane... Gerçekten...

1 Şubat 2010 Pazartesi

Kol Düğmeleri

Her zamanki gibi bir gün. Kimine göre. Bazıları önemli bir kararın eşiğinde. Kimisi bundan etkilenecek; ama farkında değil. Bir şeyler değişecek aslında, ama yalnız kimileri için. Diğerleri için aynı şeyler devam edecek...

İki küçük kol düğmesi...
Büyük bir aşk hikayesi...
İki düğme, iki ayrı kolda...
Bizim gibi; ayrı yolda...

Yeliz gözlerindeki üç damlayı silmeyi çalışırken bilgisayardan bu dizeler dökülüyordu. Barış Manço'nun o garip ve etkileyici sesi, sanki Yeliz'in hayatını anlatan sözler. Belli belirsiz gülümsedi. 'Ne garip' dedi içinden; kim bilir kaç kişi bu şarkıyı dinleyip kendi hayatıyla özdeşleştirmiştir.

Yaklaşık bir buçuk senedir Tolga'yı görülmeyecek bir aşkla seviyordu ama artık bitmeliydi. Bu bitme kararının alınması bile  aylar sürmüşken bunu Tolga'ya nasıl söyleyeceğini bilmiyordu Yeliz. Düşünceleri allak bullaktı. Ne istediğini, ne düşündüğünü tam anlayamıyordu artık. Sırf bu konuyu düşünmekten rutin işleri aksıyordu, yaşama geç kalmıştı biraz. Halletmesi gereken işler, yapması gereken görevler vardı; Tolga olsa da, olmasa da. Artık ne istediğine karar vermeli ve hayatını bir düzene sokmalıydı. Bunu en azından Tolga hakediyordu, 2 buçuk aydır çok konuşup görüşmeseler bile...

Yeliz bu süre zarfında Tolga ondan kendiliğinden vazgeçti sanıyordu. Ama Tolga 3 gün kadar önce Yeliz'e çok özlediğine dair bir mesaj atmış ve görüşmek istemişti. Yeliz 3 gündür uyuyamıyor, yemek yiyemiyor, sadece düşünüyordu... Ne diyeceğini, ne yapacağını o kadar çok düşünmüştü ki, stresten saç diplerinin acıdığını hissediyordu. Ama olup bitmeliydi işte bir an önce, herkes kendi hayatına olduğu yerden devam etmeliydi. Ya da devam etmeye çalışmalıydı.

Derken o gün geldi. Yeliz ağlamaklı ağlamaklı kapattı bilgisayarı, üstünü giydi, gözlerinin kızarıklığını ve yüzünün beyazlığını örtecek hafif bir makyaj yaptı ve çıktı. Ne olacağını bilmiyordu. Ne diyeceğini, Tolga'nın yüzüne bakıp bakamayacağını, hiçbir şeyi bilmiyordu. Yavaş yavaş indi aşağı, zaman dursun, saniyeler akmasın istiyordu. Hayatının sonuna kadar Tolga yanında kalsın, hep onunla olsun istiyordu. Ama olmuyordu işte, farklı dünyalarda, farklı rüyalardaydılar.

Kapının önünde beklemeye başladı. Dakikalar sonra Tolga geldi arabayla. Yeliz yavaşça açtı kapıyı, ağır hareketlerle Tolga'nın yanındakini yerini aldı. Gülümsemesi gerektiğini düşünüyordu; zira Tolga ağladığını anlarsa her şey çok daha zor olacaktı. Usulca hal hatır sordu, havadan sudan sohbetler etmelerine göz yumdu. Derken göz göze geldiler. Yeliz yeniden gözleri doldu. Ama sıktı kendini, ağlamadı. 'Ayrılalım' dedi, 'Olmuyor'. Tolga arabayı yavaşlattı, Yeliz'e döndü; 'Demek beni artık sevmiyorsun ha' dedi. Yeliz yutkundu. 'Hayır, sevmiyorum' demesiyle kafasını çevirmesi bir oldu. Yalan söylüyordu çünkü, Tolga hep anlardı.

Gece bu cümlerle devam etti, son kez sarılıp ayrıldılar. Leyla ve Mecnun sanıyorlardı kendilerini, ama her güzel şey biterdi.

22 Aralık 2009 Salı

Benliğin Dışavurumları

...

          Yaklaşık 15 metrekare odada 10 kadar kişiydik. Konuşacak, anlatacak, tartışacak hiçbir şeyimiz yoktu. Bulunduğum yerden herkesin aklını okuyabiliyordum. Odadaki bütün insanlar sobanın söneceği saati hesap etmeye çalışıyor, bunun sonucunda uyuyacağımız saati kestirmeye çabalıyordu. Herkes sıkılmıştı, lakin kimsenin söylemeye cesareti yoktu. Bu 15 metrekare oda içerisinde aynı kanı taşıyan 10 kadar kişiydik. Kurban Bayramı, sobanın tam ısıtamadığı odanın içinde iliklerimize işliyordu...
...
 
          Aslında hiç niyetim yoktu. Bayramı annemin köyünde geçirmeyi filan hiç hayal etmemiştim. Zaten bayram dediğin çok uyumak ve geri kalan zamanlarda yemek yemek olmuştu benim için uzun zaman önce. Sanıyorum bana bayramlık almayı bıraktıkları yıla tekabül eder bu zaman. Bu yılı da aynı geçirmek, benim için hiç de sarsıcı olmayacaktı eminim.
         Her şey dayımın bir sabah vakti odamın kapısını çalmasıyla başladı. Başlarda oralı olmadan uyumaya devam ettim, hatta übersonik beynim bunun da rüyanın bir parçası olduğuna kendini inandırmaya çalıştı, ama nafile. Kapı inatla vurulmaya devam ediyordu. Daha sonra dayım bıkkın bir halde kapıyı açtı, çoktan uyanmış olmama rağmen uyuyor numarası yapmaya yeltendim. Bu numarayı küçüklükten beri yaparım. Hiç de inandırıcı olmaz. Oyunculuk eğitimi aldım bir süre halbuki, neyse. Dayım uyumadığımı anlayınca yanıma gelip yanaklarımı sıkmaya, beni gıdıklamaya başladı. Bunu yıllardır yapıyor. 3 ay sonra reşit olmam filan cidden umrunda değil. Neyse. Dayımın ne istediğini biliyordum. "Ya dayıooo" diye bağırmamı ve onu iteklememi bekliyordu. İstediğini yaptım. Sendeledi, arkasındaki koltuğa hafif bir hareketle oturdu. Bana bakıyordu. Senelerdir bana böyle sevgi dolu bakar. Arkasından söyleyecek bir şeyleri varsa tabi..
         Odanın dinginliğini bozan dayım oldu. O kalın sesiyle, emir verir gibi konuşuyordu. Söylediği şeyi yapacağımdan kuşkusu elbette yoktu, ama nezaketen söyleme gereği duymuştu işte. Böyle durumlarda dayılara hak vermek lazım.
        - Elif. Dedi dayım. Evet bu yaklaşık 18 yıldır benim çağırılma komutum. Yarın köye gidiyoruz.
Gayriihtiyari cevabım "Ne köyü?" oldu. Sanki tatil köyü diyecek 48 yaşında adam. Tövbe yarabbim. Neyse. Köy tabi ki dayımın yıllarca villa dikmek için uğraştığı köydü. O uzaktaki köydü. Gitmesek de, görmesek de demeyeceğim; çünkü bir çok kez eserini görmeye götürdü bizi dayım. Tek katlı müstakil köy evlerinin azıcık uzağında, nerde olduğundan habersiz, 2 katlı bir villa. İronik bir yapı. Dayıma göre bir şaheser.
          Bayramın ilk gününü geçirmek için köyümüzü uygun bulmuştu dayım. Benim de bu karara riayet etmemi bekliyordu. Dayı yüreği işte. 17 yaşındaki yeğeninin bayramda evde ayı gibi yatıp pastaneden alınmış ev baklavası yeme isteğini göz önünde bulunduramıyor. Onu anlıyorum.
          Onlara katılmak zorunda olduğumu geç de olsa idrak etmiştim ne yazık ki. Çok uyuyup yemek yeme hayallerim Ufo'yla ısınan lanet odamda son bulmuştu. Gitmemek için direnmek istedim bir süre. Dayımın gözünde o bayram çocuklarındakiler gibi şen havayı görünce vazgeçtim. Boş zamanımız vardı ve dayım bu zamanı battal boy oyuncağıyla değerlendirmek istiyordu kuşkusuz.
           Ertesi gün bir kişi eksik kadromuzla yola çıktığımızda ise geri dönüşü olmayan bir yola girdiğimi az çok anlayabiliyordum. Tam idrak edemeyişimin tek müsebbibi ise kutu fantayı açmadan içmeye çalışan kardeşimdi. Kafam içip içemediğini düşünmekle o kadar bulanmıştı ki farkında olmadan denemek istediğimi söylemiştim. Küçücük elleri tereddütsüz bir şekilde kutuyu bana uzattı, işte o an o ufak deliği farkettim. Damla damla gelen fanta normalinden çok daha lezzetliydi ve insanda aşırı bir içme isteği uyandırıyordu. İstemeyerek fantayı geri verdim ve ertesi gün köyde ne yapabileceğimi düşünmeye koyuldum. Yaklaşık 10 saat kadar zaman geçirmem gerekiyordu, yapacak en ufak bir şeyim yoktu.
           Vardığımızda hava karanlıktı. Dayım ve yengem bizi kapıda karşıladılar, gözlerinden uyku akıyordu. Böyle erken bir saatte bu mayışıklığın tek bir sebebi olabilirdi: soba. Evet, beklediğim manzara tam karşımda duruyordu. Üzerinde çaydanlık ve tencere olan bir soba. Allah'ım, ne kadar zaman olmuştu bu manzaryla karşılaşmayalı? Cidden hatırlamıyorum.
           15 metrekare odada ne yapacağını bilmeyen 10 kadar kişiydik. Aynı ailenin mensuplarıydık, aynı kanı taşıyorduk, ama konuşacak hiçbir şeyimiz yoktu. Suskunluk yarım saat kadar sürdü. Son veren ise dayım oldu. "Oh, vallahi birbirimize yabancılaşmıştık. Ne o öyle, sürekli internhet üzerinden konuşmalar, görüşmemeler filan. Bunuz yapalım her bayramda, hem birazdan kumpir yapıcam size, yeriz sıcak sıcak."
Dayımın bu ani çıkışı herkesi bir anlık şaşkınlığa gark etmişti. Kimse internet üzerinden konuşmalar yapmaktan zerre şikayetçi değildi; her bayramı burada geçirmeye ise kimsenin niyeti yoktu. Ama aksini söyleyip dayımı üzmeye kimsenin cesareti yetmedi. Herkes başıyla destekledi dayımı, hatta annem dayanamayarak arka çıktı: "Vallahi iyi söyledin abi, bu çocuklar kardeş sayılır, neredeyse birbirlerinin yüzlerini unutacaklar. Ayıp canım." Kuzenlerimle bizi kastediyordu. Büyük kuzenimle göz göze geldik. Eskiden neredeyse aynı boyda sayılırdık, şimdi ise yaklaşık iki katım boyunda. Bu dev kuzenimle internette görüşmek kanımca en iyisiydi, çünkü beni bulduğu yerde dolapların üzerine koymak gibi bir huyu var. Dayım gibi büyüdüğüme kuzenim de inanmıyor. Sanıyorum ırsi. Neyse. Dayımla annemin modern zaman atışmaları hız kesmeden devam ediyordu. Tam o saniyelerde kuzenim çantasından laptopunu çıkardı. Üzerinde atıp tuttuğumuz ilginç aygıt. O an hata verip çalışmasa yeriydi. Hakkında bayağı atıp tutmuştuk çünkü. Neyse ki laptop böyle bir densizlik yapmadı ve sinek vızıldamasını andıran bir gürültüyle çalışmaya başladı. Böylece teknolojiden uzak köy hayatımız son bulmuş oldu. Birden Vınn denen ufak taşınabilir modemi neden yanıma  almadığımı sorgulamaya başladım, çünkü şaka maka yanımızda 3 tane bilgisayar vardı. Herkes bilgisayarını yanında getirmişti, ama ne yazık ki modern zamanın en büyük icadından, internetten yoksunduk. Bu bilince ulaştıktan sonra eşli Solitaire oynanmaya başlandı, hız kesmeden devam bütün gece devam edildi. Arada kumpir yapıldı, yenildi, derken uykular geldi. Laptopların kabloları toplanıp çantalara koyuldu. 15 metrekare odanın içerisinde sıkıntıdan fal açan 10 kadar kişiydik. Aynı kanı taşıyan ve internette birbirlerine forward mailler atan kocaman bir aileydik. Soba çatırdayarak yanmaya devam ediyordu...

31 Ekim 2009 Cumartesi

Taşınmak

Sanırım blogu hafiften günlük olarak kullanma zamanım geldi. Derin buhranlar içerisindeyim nitekim.
...
Evime veda edemedim. Taşındığımızı iş işten geçtikten sonra yan komşudan öğrenmem, gerçekten bayağı acı verici oldu. Bu kadar ani beklemiyordum. Taşınmak dediğin böyle olmamalı. Sabah dağınık bıraktığım odam, akşam iş bittikten sonra eve dödüğümde bomboştu. Odtü'yü gören penceremin önünde zaman zaman yenilediğim biralarım duruyorudu; onları paketlere atmamışlardı. Odamı öyle bomboş görünce o biralardan birini dikmek istedim kafama, yapamadım. Sesim yankılanıyordu ve ben hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. Bir daha asla Odtü'yü görmeyecekti pencerem, odamın yanındaki terasta içip içip efkarlanamayacaktım geceleri... Odama bile veda edemedim. Taşınmak dediğin böyle olmamalı.

Bu eve taşınışımız da kısa sürmüştü belki, ama bu kadar sancılı olmamıştı. Şu evde geçirdiğim 2 seneyi, burdan önceki evimde geçirdiğim 15 seneden daha çok özleyeceğim. Gizli bir bağ vardı aramızda. Annemle kavga edip edip sabahladığım bir terası vardı bu evin. Kocaman bir vadiye bakan bir teras... Ben o terası çok özleyeceğim eminim ki.

İnsanlar bakıp bakıp gülüyor. 9 yaşındaki kardeşim bile taşınmanın bilincinde olarak hareket ediyor, çok ayak atında gezmiyor, elinden geldiğince yardım etmeye çabalıyor, yeni odasının düzenlemesiyle boğuşuyor.

Ben yapamadım. Ne bir koli taşıdım evin bir odasına, ne de kendime ait şeyleri çıkardım koydum olması gereken yerlere. Sadece anneme çemkirdim nerde benim bunum şunum diye. Hatta ağladım hıçkıra hıçkıra, sinirden falan zannettiler, üzüntüden ağlıyordum. Taşınmak dediğin böyle olmamalı.

Hani her cismin bir ruhu olur derler ya, eski evimin kocaman bir ruhu vardı. Kapısı tekme atınca kapanıyordu, pencere yumruk atmadan açılmıyordu... Kocaman bir ruhu vardı onun, küçük bir çocuk gibi ilgi bekliyordu.

Soğuktu çok, ısınmazdı pek. Ne ayağımı dayayabileceğim bir kaloriferim vardı, ne de üstünmde kestane patlatabileceğim bir sobam. Yerden ısınıyordu sözde, ama ısınmıyordu işte. Kışları donuyorduk filan ama, çok mutluyduk. Taşınmak dediğin böyle olmamalı.

Üzülüyorum, hem de çok. Taşınmak dediğin böyle olmamalı.

Memleketimden Otobüs Manzaraları

Şu dünyada otobüse binmek kadar elem ve keder verici bir hadise daha bilmiyorum. Daha doğrusu elbet vardır da, otobüse binmek de ilk ona filan rahat girebilmeli bence.


Otobüs parasını verebilmek için bermuda şeytan üçgenini andıran çantasındaki cüzdanı arayan insan kadar aciz bir insan yoktur. Otobüs hareket ettikçe yalpalayan, tutunmak için hamle yaptıkça düşme raddesine gelen, inatla cüzdanına ulaşamayan insanın acısını, yaşamayan anlayamaz.

Hadi cüzdanı buldu diyelim. Ya bozuk yoksa? Varsa da 5 kuruş eksikse. O insanın kederini kaç kadeh şarap bertaraf edebilir? Ya da bertaraf edebilir mi? Ciddi tereddütlerim var.

Bozuk çıkmadığı için 20 lira ve üzerinde kağıt para veren insanun para üstü bekleme anları da çok acıklıdır ayrıca. Cüzdanı çantana geri koyamazsın, adam gibi tutunamazsın, boş yer vardır oturamazsın, yapamazsın Allah yapamazsın.

Hadi oturdun diyelim, ya yanına senin 9 katın hacminde biri oturursa? Camla o devasa kütle arasına sıkıştığını bi düşünsene. İnsanda yaşama sevinci kalır mı lan. Allah düşmanımın başına vermesin.


Bunları düşündükçe tüm hafta para biriktirip nereye gideceksem taksiyle gitmem gerektiğini düşünüyorum. Zaman zaman.